Hacı Said’in güneye bakan tek katlı yığma tuğladan yapılmış kısmen sıvasız evinin duvarına her sabah güneşlenmek için sırtlarını veren köyün yaşlılarından hiç birini göremedim.
Yıl 1988 Soğuksu (Zorava) Köyüne sınıf öğretmenliğinde ikinci görev yerim. Köy Batman Şehir merkezinin batı tarafında. Diyarbakır’a bağlı Bismil İlçesinin sınırları ile Zorava Köyü’nü Zilek (demir) köprüsü birinden ayırır. Köprünün altından Batman çayı akar. Batman çayının suyu ile bereketlenen bir ovanın güney tarafındaki basık bir yükseltinin, yamacın eteğine kurulu şirin bir köy Zorava. Sadece okul binası ile bitişiğindeki öğretmen lojmanı ve iki ev yamacın üst tarafında kalıyordu. Öğrencilerim her gün yokuşu tırmanarak okul bahçesine gelir. Nöbetçi öğrencinin zili çalmasıyla toplanır sınıflarına geçerlerdi. Her bir öğrencim bir pırlanta. Onlarda büyüdüklerinde ovanın yamacına bir ev yapıp yuvalarını kurma hayali ile yaşamlarına devam ediyorlardı. Çünkü köye ait olan ova bereketliydi. Köyde sulu tarım yapıldığı için pamuk, tütün her çeşit sebze ve meyve yetişirdi ve zengin bir verim elde edilirdi. Sulak bölgelerde yaşayabilen mandalarda köydeki ailelerin hemen hemen hepsinde bulunurdu. Mandalardan elde ettikleri süt ve yoğurdu Batman pazarında el üstünde satarlardı köy halkı.
Yıllarca bu köyde öğretmenlik yaptım. Ben onları sevdim köylülerde beni sevdiler. Tabi ki her ayrılık gibi gün geldi gönlümde cennet misali olan Zorava Köyünden, Soğuksu’dan; Zorava’da ki öğrencilerimden ayrıldım. İki yıl önce Zorava’nın bende ki sevdası köye gidip görmeye sevk etti. Bu arada yıllar önce Ilısu Barajı kapsamına girdiği ve köyün istimlak edildiğini de işitmiştim. Gittiğimde baktım ki o güzelim köyün tüm evleri viran olmuş, terk edilmiş, evlerin büyük bir kısmı yıkılmış! Hazan ve hüzün köyü boğucu bir girdaba sürüklemiş. Binlerce güzel hatıralarımı onunla paylaştığım ilkokul binası mahzun ve viran olmuş. Okulun az aşağısında bir sandalye üstünde oturmuş ve tüm ağırlığını bastonuna vermiş okulumuzun duayen komşusu Hacı Latif (Koç) oturuyordu. Yanına gittim ona köyün mevcut halini sordum. Baktım onun yaşı kadar yaşlı iki damla yaş gözlerinden beyaz sakallarının içinde kayboldu! Boğazında düğümlenen kelimeler bir türlü diline ulaşmayınca saygı ile yanından ayrıldım. Yukarı baktım tepelerin üstüne yeni yapılmış birkaç bina gördüm. Tekrar okulun merdivenlerinden viran olmuş Zorava’ya baktım! Ben üzüldüm! Köy üzüldü! Okulun tam karşısında köyün ağabeyi, akil insanı Hacı Hazni Amaca’nın asırlık kerpiçten yapılmış evini göremedim. Kerpiç ev barajın sularına yenik düşmüştü. Hacı Said’in güneye bakan tek katlı yığma tuğladan yapılmış kısmen sıvasız evinin duvarına her sabah güneşlenmek için sırtlarını veren Köyün yaşlılarından hiç birini göremedim. Ne trafo direği yerindeydi, ne Hacı Said’in evi, nede o yaşlı amcalar! Hiç biri yoktu!
Köye öğretmen olarak gittiğimde köyün Muhtarı rahmetli Mele Halil ile tanıştığımda bana dedi ki hocam ben hem köyün muhtarıyım hem de imamıyım. Bana ilginç gelmişti. Ama doğruydu. Muhtar Mele Halil medrese usulü Arapça sıra kitaplarını bitirmiş ve icazet almıştı. Aynı zamanda köyün fahri imamlığını da yapıyordu. Çok bilgi ve birikimi vardı. Ben o bilgisinden çok faydalananlardan biriyim. Melayé Cıziri’nin Divanının bir kısmını ezberinde tutuyordu. Baharın o güzelim yeşilliğinde bana derdi ki gel hocam kırlara gidelim. Gittiğimizde Melayé Cıziri’nin Divanından kıraatle bazı bölümlerini okurdu. O kadar güzel okuyordu ki adeta Melayé Cıziri’nin altında medfun olduğu Cizre’de ki ters kubbesinin tuğlaları insanın gözünün önüne geliverirdi.
Halil (Muhtar) Hoca’nın Melayé Cıziri’den kıraatle okuduğu bir dörtlükle yazımızı sonlandıralım:
“Ger lu ‘lu ‘ é men suri ji nezmé tu dixazi
Wer şi ‘ré Melé bin te bi Şirazi çi hacet”
Her yek e’ w dé yek biminit ewwel u axir yek e
La cerem nabi du bé é bé biminit her hebu”
“Nazım etrafa saçılmış incilerini görmek dilersen eğer
Gel Mela’nın şiirinde gör onları, Şiraz’ a gitmene ne hacet”
“ Her daim birdir o elbette bir kalır evvel, ahir”